ALİ YALÇIN
Genel Başkan
aliyalcin@memursen.org.tr
Sendikal Mücadelenin İcracısı, Medeniyet Davasının İnşacısı Memur-Sen
02.10.15, Friday
Büyük Memur-Sen ailesi olarak, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü' nü her yıl ülkemizin kadim bir şehrinde ve bir tema ile kutlama geleneğimizi; 2012'de "Haklar için, özgürlükler için, demokrasi için, adalet için, saygın bir iş için, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam için birlikteyiz" temasıyla Ankara Tandoğan'da başlattık. 2013'te ise "Hak, emek, barış ve kardeşlik yolunda Çanakkale'deyiz" temasıyla, Çanakkale Ruhunu, Millet olarak yeniden yaşamak, unutanlara ve unutturanlara hatırlatmak için Çanakkale'deydik. 2014'te, Diyarbakır'daydık. Bu ilimizde "Emek, dayanışma, kardeşlik ve medeniyet buluşması" temasıyla, 1 Mayıs üzerinden toplumun iradesine ipotek koymak isteyenlerin aksine biz evrensel hukuk, ebedi kardeşlik için, kadim medeniyetin ortak varisleri olarak medeniyetimizin yeniden inşasını dünyaya duyurduk. 1 Mayıs geleneğimizi bu yıl kardeş konfederasyon Hak-İş ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte, Mevlana'nın şehri, hoşgörünün başkenti Konya'da kutladık. Toplumsal ve siyasal gerilimlerin yükseldiği bir dönemde anlama ve hoşgörü eksenli vurgularla toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın artması için çağrılar yaptık. Küresel zulüm ve sömürü yerine küresel adalet ve barış talebimizin tüm dünyada yankılanması ve karşılık bulması için on binler tek vicdan, tek ses olduk; mazlumlarla olduğumuzu bir kez daha haykırdık. Türkiye kamuoyuna çağrıda bulunarak, "Kutuplaşmalara, kavgalara son verelim, bir olalım, iri olalım, diri olalım."dedik. Böylesi görkemli kutlamada emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür ediyorum.
Bilindiği gibi, eski ile yeniyi beraberce ele alan toplumlar ve örgütler, geleceklerini başarı ile inşa edebilmişlerdir; geçmişi olmadan şimdiyi yaşayan toplumlar, örgütler birbirlerini aldatan, sömüren bir yığına dönüşmekten kurtulamamışlardır. Bunu iyi bilen askeri cuntalar, bilinçli olmanın temel bir koşulu olan kolektif hafızayı darbeler yoluyla bilerek ve isteyerek tahrip etmiş ya da devletleştirmeye çalışmıştır. Bizim öncülerimiz de bu gerçeğin farkındaydılar. Bizi ilk gençliğimizden itibaren geçmişi, şimdiyi ve geleceği "Aynı zaman aynı minval üzere katlarız "mısrasıyla dile gelen farkındalıkla bilinçlendirmeye çalıştılar. Sayısız yüzleşme ve meydan okumalarla, kesintisiz bir şekilde bugünlere gelen tarihsel misyonunu, dava arkadaşlarımla birlikte devraldık. Mücadelemiz en başta bir özgürlük arayışı olarak başladı. Çünkü tek parti ile başlayan, darbelerle tahkim edilen oligarşik vesayet düzeni, kimi zaman lider kültü, kimi zaman kamu yararı, kimi zaman devletin güvenliği arkasına saklanarak en başta özgürlüğümüzü elimizden almışlardı. Çünkü özgürlüğümüz elimizden alınmakla, seçimlerimizi özgür irademizle bizatihi kendimizin yapmasına izin verilmemiş, özgün bir kimlik inşa etme yeteneğimiz ve ortamımız taammüden yok edilmişti. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki kölelerin hayat standartlarının iyi olması bir insan hakkı olan "kendi inançlarını açıkça belirtmek ve yaşamak hakkına sahip olması anlamına gelmez, onlara efendilerinin inancından başka bir inanca sahip olma imkânı tanımaz. Dolayısıyla özgürlük olmaksızın hiçbir insani değerden söz edilemez.
Her şeyin askeri-sivil bürokrasi ve onlarla iş tutan sermaye sınıfına göre ayarlandığı, özgürlüklerin yasaklandığı, iktidarın, iktisadın ve itibarın yine bir avuç müstemleke valisi gibi hareket edenlerin arasında paylaşıldığı bir Türkiye vardı. En önemlisi de "hakikat"in ne olduğunu araştıracak, sorgulayacak ölçülerin ve kaynakların yasaklandığı bir Türkiye vardı. Şair, mütefekkir, dava adamı Akif İnan ağabeyimiz, sindirilmiş, özgürlük ve hak arama fikrinden uzak, toplum mühendisliğinin en şedit yöntemlerinin uygulandığı zihinlerde "özgürlük-insan ve emek" devrimini başlattı. Bunu yaparken "Bu dünyada olup bitenlerin/Olup bitmemiş olması için/Ne yapıyorsun?" Dün neredeydin?" sorularını sormadı, yargılamadı, suçlamadı. Kurucu iradenin bu derinlikli kuşatıcı çağrısını heba etmeden Türkiye'de bize özgü bir sendikal modele dönüştürerek zirveye taşıdık. Said Halim Paşa'nın ‘vatan' için kullandığı çift anlamlılığı ben konfederasyonumuza uyarlayarak, üye sayımız, sahip olduğumuz maddi imkânlar tek başlarına bizi biz yapmaz, bizi biz yapan anlam ve değerler dünyamızdır; varoluş gayemizdir. Bu çerçevede, anlam dünyamızda bir çözülmeye izin vermemeliyiz, inşa edici mücadelemizden asla vazgeçmemeliyiz. Örgütlü mücadelemizde hatırlatmak istediğim başka bir gerçekliğimizi tarihsel bir anekdot üzerinden anlatmak istiyorum. Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor. "Peki, köprüyü taşıyan taş hangisi?" diye sorar Kubilay Han. "Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi," der Marco. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: "Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer." Marco cevap verir: "Taşlar yoksa kemer de yoktur." Bu diyalogun bizim açımızdan çok önemli bir uyarısı var, eğer üyelerimiz yoksa biz de yokuz, üyelerimiz yoksa özgün bir örgütlenme mimarisi olan Memur-Sen de yoktur. Buradan açıkça söylüyorum, tek başına değer olan bir tek üyemizi bile kaybetmeye tahammülümüz yoktur. Her birimiz, ideallerimizin, kurucu misyonumuzun yaşayan temsilcileri olmak zorundayız.
Milletler tarihte yalnızca maddi soykırıma uğramazlar; manevi ve fikri soykırıma da uğrarlar. Bizim coğrafyamız bunu bütün boyutlarıyla yaşadı. Akif İnan Ağabey "Din ve Medeniyet" adlı eserinde "Uygarlığından koparılan toplum, tükenişin trajedisini yaşar" diye yazmıştı. Bir yanda, inkâr edemeyeceğimiz kadar büyük bir miras, öbür yanda görmezlikten gelemeyeceğimiz kadar etkileyici ve sindirici bir modernlik. Bugüne kadar ya geçmişi kucaklayarak ve kutsayarak ona sarılmaya çalıştık, onu nasıl olursa olsun yaşatma mücadelesi verdik ya da bugünün cazibesine kapılarak geçmişi görmezlikten gelip bütün bir İslam tarihini ve medeniyetini inkâra ve redd-i mirasa kalkıştık. İşte sorun da burada başlıyor, çatışma da. Denge kurulamıyor, sentez yapılamıyor, dün ile bugün arasında sağlıklı bir uyum sağlanamıyor, çatışma gittikçe büyüyerek trajediye dönüşüyor. Gelenekçiler, yeni hiçbir şeyi görmek istemediler, yenilikçiler ise her şeyi yıkıp devirmek istediler. Bunları uzaktan seyreden emperyalistler ise her seferinde yeni kavramlar ortaya atarak, yeni oyunlar tezgâhlayarak, bu kör dövüşünün devam etmesi için gerekli imkân ve fırsatları hazırladılar. İşte İslam coğrafyasında başımıza gelenlerin önemli bir kısmı bu dengeyi kuramayışımızdandır. İslam dünyası olarak bize düşen görev kendi kültür ve medeniyetimizin asli kaynaklarına, insanlığın bütün ilmi ve felsefi birikimlerine kendimizi açarak topyekûn bir yeniden inşa sürecine girmektir. Ancak bu yolla kalkınabilir, etkinliğimizi artıracak mekanizmalar geliştirebiliriz.
Bu mekanizmaların geliştirilmesi için siyasal ve sosyal ortamlar tarihi öneme sahiptir. Bu anlamda kritik bir seçim sathı mahalline girdik. Seçimin ana vurgularından biri hükümet sistemleri tartışmasıdır. Mevcut sistemin Yeniden Büyük Türkiye ve adil dünyayı inşa etmemiz için yeterli olmadığı ortada. Önümüzdeki dönem mutlaka başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter yönetim üzerine yoğun bir tartışma yürüterek, yeni anayasayla birlikte merkezinde adalet, insan onuru ve özgürlük olan güçlü bir hükümet sistemine geçilmelidir. Çünkü tarihsel kırılmaların hızla yaşandığı bu coğrafyada, akışı yönetebilecek hızda bir hükümet sistemine ihtiyaç vardır.
Siyasi partiler ve seçim vaatlerine gelince, biz Memur-Sen olarak öncelikle siyasetin bir milletin varoluş değerlerinin yansıması olduğuna ve bu değerlere uygun hareket edenlerin toplumsal bir karşılığının olacağına inanıyoruz. Nasıl ki Millet, düne kadar kendi tercihlerine tamamen aykırı şekilde otoriterleşen, militarist, vesayetçi rejimin bekçilerine ve onun işbirlikçilerine gerekli dersi verdiyse 7 Haziran'da da İmam-Hatip düşmanlığı yapanlara, değerler eğitimini rafa kaldırmak isteyenlere, kılık kıyafet yasağını geri getirmek hevesinde olanlara gerekli dersi yine vereceğine inanıyoruz. Ancak bu süreçte, başta silahlı terör örgütleri olmak üzere insanımızın iradesine ipotek koyma aracı olarak kullanılan baskı ve şiddetin önüne geçilmesini istiyoruz. Baskı ve şiddet kimden ya da hangi kurumdan gelirse gelsin karşı çıkmak bizim görevimizdir. Çünkü baskı insanı soysuzlaştırır. Kişiliğini tahrip eder, özgüvenini engeller, üretkenlik ve çalışkanlığı yok eder, tembelliğe, yalana ve ikiyüzlülüğe sevk eder.
Milli iradenin ipotek altına alınmadığı, baskısız ve şiddetsiz Yeniden Büyük Türkiye için, önsöze, öncü adımlara ihtiyaç var. Bunun ilk adımı Çözüm Süreci'dir. Çözüm Süreci, milletimizin geleceğini ipotek altına alan, gencecik fidanlarımızı hayatlarının baharında aramızdan söküp alan bir yıkımın sona erdirilmesi projesidir ve yüzde yüz yerlidir. Biz, Çözüm Süreci'nin eşit yurttaşlık temelinde, Türk'ün, Kürt'ün, Laz'ın, Çerkez'in, Abaza'nın, Sünni'nin, Alevi'nin, zenginin, fakirin, işçinin, işverenin, kamu görevlisinin eşit haklarla, eşitlik ve adalet zemininde birlikte yaşamanın yolu olduğuna inanıyoruz. Biz, hakça bölüşmeye, adil paylaşmaya zemin olacak demokratik, sosyal, hukuk devleti anlayışını, bunun olmazsa olmazı olarak da Türkiye toplumunun iradesini yansıtacak, Yeniden Büyük Türkiye'nin yeni yol haritası olacak sivil bir anayasa istiyoruz. Biz, insan onuruna yaraşır çalışma şartları ve özlük hakları talep ediyoruz. İş güvencesi kırmızı çizgimiz diyoruz. Bu ülkenin kamu görevlileri olarak, güvencesiz çalışmaya son verilmesini, işsizliğin sorun olmaktan çıkarılmasını, istihdamın artırılmasını, ekonomik büyüme ve refah artışından pay verilmesini istiyoruz. Örgütlenme hakkına ilişkin engellerin kaldırılmasını, kamu görevlilerine yönelik bütün kılık-kıyafet dayatmalarının sona ermesini, kamu görevlilerine siyaset ve grev hakkı verilmesini istiyoruz.
Bu arada, seçimden sonra iktidara gelecek olan hükümetten, toplu sözleşme masasından beklentilerimizi, teklif ve taleplerimizi Konya Şehir Meydanı'nda da haykırdık: Biz, bu ülkenin kamu görevlileri, işçileri, emeklileri, kadınları, asgari ücretlileri, engellileri ve bütün vatandaşları için hakkımız olanı istiyoruz, haklarımızı istiyoruz. Ağustos ayında gerçekleştireceğimiz 3. Dönem Toplu Sözleşme sürecinde toplu sözleşme masası, ‘bütçe disiplini' söylemiyle esaret altına alınmasın diyoruz. Kamu işvereninin bütçe disiplini ile adil paylaşım arasındaki dengeyi gözeten tekliflerle masaya gelmesini bekliyoruz. 7 Haziran'da milletin onayını alarak kamu işvereni sıfatıyla toplu sözleşme masasına oturacak yeni hükümetin; kamu görevlilerinin mali, sosyal ve özlük haklarına ilişkin beklentilerini karşılayacak bir yaklaşımla masaya oturmasını istiyoruz."
Dostlar, her fırsatta yaptığım teşekkürü burada bir kez daha yineleyerek, büyük Memur-Sen ailesinin yokluk ve imkânsızlıklar içinde tohumunu eken ve sağlam ilkelerle alt yapısını oluşturan kurucu genel başkanımız Mehmet Akif İnan ağabeyimizden başlayarak(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) örgütlü mücadelemizin büyümesinde, sendikal hakların kazanılmasında ve Türkiye'nin demokratikleşme yolculuğunda aktif sorumluluk alan, bu noktada risk üstlenmekten çekinmeyen herkese şükranlarımı sunuyorum.
Sivil toplum alanındaki hizmetlerine nokta koyarak sivil siyaset alanında hizmet üretmek üzere bir başka kutlu yolculuğa çıkan, yükseliş dönemimizin her aşamasında liderlik yapan Saygıdeğer Genel Başkanımız Ahmet Gündoğdu'ya da sivil siyasette de başarılar diliyorum.
Sayın Gündoğdu'nun sivil siyasete adım atmasıyla birlikte genel başkanlık görevini üstlenen ve konfederasyonumuzu başarıyla 5. Genel Kurula taşıyan yüksek temsil kabiliyetine sahip Sayın Günay Kaya'ya da takım ruhu içinde özveriyle çalışmasından dolayı Büyük Memur-Sen ailesi adına teşekkür ediyorum. "Kararlı adımlarla güvenli yarınlara" yolculuğumuzda Allah yar ve yardımcımız olsun.