ALİ YALÇIN
Genel Başkan
aliyalcin@memursen.org.tr
15 Temmuz: Dünya Sistemine Atılan Düğüm
18.01.17, Wednesday
Soğuk savaşın bitişi hem çift kutuplu küresel düzenin sonunu hem de yeni bir faza geçişi işaretledi. Afrika’da 20. yüzyılda dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığını alan devletler ile Balkanlar’da, Sovyetler’in ve devlet komünizminin boşalttığı sahalar potansiyel çatışma bölgelerine döndü. Doksanlarda gelişen trend, çoğalan çatışma sahalarına müdahalenin teorik altyapısını hazırlamak için ‘egemenlik’ konseptini tartışmaya açtı. 1945-1990 arasında kati suretle korunan ve esasında düzenin üzerine kurulu olduğu “egemenlerin eşitliği” ve “iç işlere müdahele etmeme” prensipleri, uluslararası barış ve güvenliğe tehdit unsuru olarak görülen vakaların sayısı arttığı gerekçesiyle esnetildi. “İnsani müdahale”, “koruma sorumluluğu” gibi kavramlar, çatışma sahalarına uluslararası müdahele zemini hazırladı. Askeri güç kullanımını içeren uluslararası müdahele sonrası devlet aygıtının yeniden tesisi ise “devlet yapımı” (state-building) konsepti çerçevesinde tartışmaya açıldı. 45-90 arası vekâlet savaşları şeklinde cereyan eden sıcak çatışma yerini sivil savaşlara, iç karışıklıklara bıraktı. İç karışıklıklara ise üçüncü ve çoğunlukla hegemon bir güç yahut çok uluslu koalisyonlar tarafından müdahele edildi. Müdahele sürecini “devlet-yapımı” izledi.
Bu bağlamda, duvarın yıkılışından bu yana 12 büyük askeri sefer görülmekte: Körfez Savaşı, Bosna, Somali, Ruanda, Kosova, Doğu Timor, Afganistan, Irak, Libya, Sudan, Yemen ve Suriye.
Anlattığımız hikâye, bir sürecin hikâyesidir ve devam etmektedir. Peki… 15 Temmuz’da yaşanan girişimi bu çerçeveye oturtabilir miyiz? Bizler ilk günden itibaren o geceki meşum olayı, bir sürecin devamı olarak okuduk ve 15 Temmuz girişimini “işgal” kavramıyla adlandırdık. Fakat süreç bitmedi. İşgal için yeni silahlar devreye sokuldu. Son birkaç aydır operasyon zaviyesinden bakıldığında, senkronik bir şekilde sürdürülen ekonomik operasyonlar ve terör saldırıları 15 Temmuz’un devamı niteliğindedir.
Aslına bakılırsa, “Turuncu Devrimler” ile bu sürece adım atılmıştı. MİT krizi, Gezi Olayları ve 17-25 Aralık girişimleri, Türkiye’ye dönük sürecin aktif hale getirilmesinin görüntüleri olarak okunabilir. Fakat bir sorun vardır: “Turuncu Devrimlerin” uygulamaya sokulduğu devletler ile Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal derinliği bakımından büyük farklar, operasyonun biraz daha zor olacağını göstermektedir. Bu yönüyle bakıldığında her üç mezkur olay ve daha sonra mevzi olarak eklenen 6-7 Ekim ve çukur terörü 15 Temmuz’a giden yolda birer yıpratma savaşı olarak konumlandırılabilir.
Bütün bu olaylar, “emperyalizmin devşirmeleri” eliyle gerçekleştirilmiştir. FETÖ, PKK, DHKP-C ve DAEŞ terör örgütlerinin dönüşümlü bir şekilde devreye girdikleri bu olaylar belki de istenilen sonucu vermediği içindir ki, 15 Temmuz gecesi o dehşetengiz hıyaneti yaşadık. Fakat o gece bir başka şey daha oldu: Sabrı ve direnmeyi kendine şiar edinmiş milletimiz, tarihin derinliklerinde yoğrulmuş inancıyla emperyalistlere ve onların devşirmelerine karşı muhteşem bir direniş sergiledi, hıyanetin ateşini söndürdü. Lakin yukarıda da belirttiğimiz gibi süreç o gece bitmedi, devam ediyor.
Konunun sarahaten anlaşılabilmesi için, teorik zeminin de yerine oturtulması gerekiyor. Burada birbirine bağlı olarak birkaç zemin çalışması yapmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, kapitalist krizler döngüsünün artık çok kısa vadeli olduğuna ilişkin teori. Bilindiği üzere kapitalist dünya sistemi kendini krizler üzerine inşa eder. Daha açık bir ifadeyle kriz ve kapitalizm birbirine içkin kavramlardır. Her kriz, modern dünya sistemi içinde kalmak kaydıyla yeni bir “kapitalist ilerleme” kapısını aralar. Burada önemli olan krizin zaman aralığıdır. Konuyu uzatmamak adına, geçmişte uzun bir zaman aralığında kendini gösteren krizler, süreç içinde kısa döngülerle kendini göstermeye başlamıştır. Günümüzde ise kriz, hayatın bir parçası olmuş durumda. Son küresel finans krizi de göstermiştir ki, dünya sistemi artık krizi hayatın olağanı içine taşımıştır.
İkinci teorik zemin ise, her kriz, ister istemez coğrafya merkezli değişiklikleri zorunlu hale getirmiştir. Onun için Henry Kissenger, “Westphalia anlaşmasından bu yana dünya haritası her yüzyılda bir değişir” diyerek, bu “kriz felsefesinin” coğrafi yansımasını ifade etmiştir. Birinci Dünya Savaşının yani birinci paylaşım savaşının yüzüncü yılında bölgemizde yaşananlar bu noktadan bakılınca tesadüf olarak değerlendirilemez.
Bu konuyu “söylem” üzerinden biraz daha açmak gerekiyor. Bugün söylem üzerinden kutsallaştırılan bazı kavramların, büyük güçlerin başka ülkeleri işgal etmek için silaha dönüştürüldüğüne şahit oluyoruz. Özellikle özgürlük ve demokrasi, bu noktada öne çıkan kavramlar. Mesela ABD eski başkanı George W. Bush’un söylemleri. Bush Irak işgalinden hemen önce Kongre’de yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Biz özgürlüğü çok severken başkalarının sevmediği, özgürlüğe olan bağlılığımızın kültürümüzden geldiği, demokrasinin, insan haklarının, yasaların egemenliğinin Amerika’ya veya Batı’ya ait değerler olduğu şeklinde bir mit var. Sayın kongre üyeleri, bunlar Batı’nın değerleri değil, insan ruhunun evrensel değerleridir.” Bush bir başka konuşmasında ise özgürlük üzerinden operasyon haberini verir: “… Ortadoğu’daki milyonlarca insanın, sessiz sedasız da olsa, özgür olmayı dilediklerine inanıyorum. Fırsat verilse, insanın şu ana dek tasarlamış olduğu en şerefli yönetim biçimine kucak açacaklarına inanıyorum.”
Fırsat...Evet. Fırsatı beklemeye gerek yoktu. Amerika bütün Ortadoğu coğrafyasını toza dönüştürecek, insanları özgürleştirecek saldırıları düzenledi. Milyonlarca insanın hayatı karardı. İstatistikle sıradanlaştırılan ölümler diyarı Ortadoğu’da, ABD’nin özgürlük projesi olarak intihar bombaları kaos iktidarına ateş taşımaya devam ediyor. 2003’e kadar iki vaka haricinde böyle bir yöntem yoktu. 2003’ten bu yana ise Irak’ta 2152, Afganistan’da 1143, Pakistan’da 513, Suriye’de 259, Libya’da 44 canlı bomba saldırısı oldu. Yani Amerika’nın getirdiği demokrasi ve özgürlük, insan bedenini silaha dönüştürmüş durumda.
Üçüncü teorik zemini ülkemiz üzerinden oluşturalım. Küresel finans krizinden sonra iyiden iyiye tartışılan sistem sorununa bulunan çözümlerden biri olan “atomize edilmiş devletçikler” teorisinin teknik bir yansıması olarak iç savaş ve ardından askeri müdahale, söz konusu sürecin “sistem içindeki” Türkiye ayağını oluşturuyordu. 15 Temmuz bültenimizde belirttiğimiz gibi içinde bulunduğumuz sistem ve sistemin teorisyenleri, askeri müdahaleyi sistem açısından “hak” olarak görmektedir. “Sistem içindeki Türkiye” bu noktada, egemenler açısından müdahale edilmesi gereken ülkeler kategorisindedir.
“Sistem içindeki Türkiye”, Yalta Konferansı’yla birlikte, Soğuk Savaş zemininde Varşova Paktı’na karşı NATO’nun cephe ülkesi olarak konumlandırılmıştı. Bu dönemde kültürel zemin, kategorik anlamda siyah ve beyaz zemininde şekillenirken, ülke içinde de kamplar katı bir şekilde oluşturulmuştu. Fakat Türkiye, tarihsel derinliği bakımından hep sistem dışına çıkma riski taşıyordu. Bu sebepten dolayı, hep hizaya çekilmesi gereken ülke muamelesi gördü. Darbeler, muhtıralar hizaya çekmenin araçlarından biriydi. Mesela Menderes’in Rusya alternatifini öne sürmesinden sonra gerçekleştirilen 27 Mayıs darbesi bunlardan biriydi. Öte yandan, ülke içinde oluşturulmuş entegrist aydınlar ve akademisyenler de söz konusu sistemin Türkiye içine yerleşmesini sağlayarak, Türkiye’nin sistem içinde tutulmasını sağlıyorlardı. Özellikle bir kısım gazeteciler buna örnek verilebilir.
Soğuk savaş sonrası ise, Türkiye kendi ruh yolculuğuna başladığında, yeni yeni müdahale şekillerine şahit olduk. Örtülü darbeler, postmodern darbeler, internet muhtıraları vs. İşte tam da bu dönem, yukarıda bahsettiğimiz “krizlerin olağanlaştığı” döneme tekabül ediyordu. Aslına bakılırsa, bu darbe tarzları NATO konseptinin de değiştiğinin ifadesiydi.
Evet… Yöntem değişmiştir. Bizzat terörün konvansiyonel olarak devreye sokulması ve krizlerin süreğenliğiyle kaos oluşturma politikası tüm hızıyla devam etmektedir. Son bir buçuk yıl içinde 34 terör saldırısında 500’den fazla insanımızı kaybettik.
Bütün bu politikaların tam ortasında 15 Temmuz durmaktadır. 15 Temmuz, kaosu derinleştirerek ülkemizi müdahaleye açık hale getirmek adına atılmış en radikal, en hain adımdır. Çünkü devletin silahlarını millete karşı kullanan üniformalı teröristler, tabiri caizse sağdan yaklaşan şeytanın hizmetini görmüşlerdir. Fakat milletin basireti, bu korkakların oyununu bozmuştur.
Dergimizin bu sayısında o yapıyla ilgili bolca analiz var. Ben burada daha çok yukarıdaki teorik zemini göz önünde bulundurarak, gelecek perspetifi de ortaya koymak kaydıyla, birkaç maddelik bir sonuç hikayesi yazacağım.
15 Temmuz, süreç içindeki düğümdür. Şöyle ki; bugün artık her açıdan bir proje olduğunu bildiğimiz FETÖ, söylem/ istismar düzeyinde bu ülkenin değerleri üzerinde yükselmiştir. Bu bağlamda, örgütün bir yıkım projesinin taşeronu olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Aslına bakılırsa o gece, söylem ile değerlerin özü arasında büyük bir çatışma yaşanmış, nihayetinde özün temsilcileri bu saldırıyı püskürtmüşlerdir. Düğüm de tam burada ortaya çıkmıştır. Çünkü, daha sonraki süreçte örgütle mücadele edenlerin, direnenlerin değerleri, bizzat bir çevre tarafından, örgütün söylemi delil gösterilerek manipülasyona tabi tutulmuştur. Sürecin işletilmesi bu şekilde sağlanırken, bu ülkenin öz değerlerinin sahipleri de bu oyunu görerek, mücadele azmini bir kere daha ortaya koymuşlardır.
Çünkü; “Şüphesiz onlar düzenlerini kurdular; oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah’ın elindeydi.”(İbrahim: 46) ayetinde belirtildiği gibi oyun kurucuların en hayırlısı Allah’tır. Konunun özü, krizin olağanlaştığı bir dönemde, her ne kadar “kartlar dağıtılıyor” hesabı üzerinden bir dünya okuması gerçekleştirenler olsa da, tarih kendini farklı bir şekilde ortaya koymaya devam etmektedir. Bununla birlikte Türkiye, 15 Temmuz’un hemen akabinde uluslararası medyada pişirilen ve FETÖ’nün yaptığı MİT tırları haberleriyle uygulamaya sokulan “Türkiye DAİŞ’i destekliyor” argümanını yerle bir eden, hatta DAİŞ’in arkasındaki güçleri ifşa eden, Fırat Kalkanı Harekatıyla bölgedeki hesapları düğümleyerek, oyunu tersine çevirmiştir.
Öte yandan; dünya sistemindeki daralma, daha açık ifadeyle “krizin aşılıp aşılamayacağı” tartışmaları anlaşılmadan, bölgemizdeki ve ülkemizdeki gelişmeler tam anlamıyla kavranamaz. Aslına bakılırsa, Batı’nın son yüzyıldır yaşadığı düşünce krizinin, bugün hayat krizine dönüştüğünü ve devlet planında da serbestiyetin yerine duvarların yükseltilmek zorunluluğunu açık şekilde görmekteyiz; pratikler de bu tezimizi destekler nitelikte. Trump etkisi buna bir örnek. Elbette bazı meseleler için erken denilebilir. Lakin dünya ekonomisindeki üretim/sermaye denkleminin 1/100 şekline gelmesi, özellikle 2007 yılındaki büyük krizin geri çevrilememesi, hatta balon ekonomisinin toplumları yutması kesinleşmiş gibi. Dehşet senaryosu üzerinde kafa yoranların sayısı az değil. Öyle ki, dünya ölçeğinde 62 kişinin elindeki sermaye 3,62 milyar insanın gelirine tekabül ediyor. Bu sıkleti hiçbir sistem kaldıramaz. Şöyle söyleyelim: Yönetilebilir krizler üzerine yükselmiş bir sistem olan kapitalizm, bugün her ne kadar eşitlik söylemlerini devreye sokarak kurtuluş çareleri arasa da, yaşadığı kriz tamamen ontolojik bir krizdir ve bugünkü vasatta bu krizi aşabilecek gibi görünmüyor. Nihayetinde Avrupa’da yükselen ırkçılık, göç, en azından sistem içinde hegemonik sistemi zorlamaktadır. Yukarıda belirttiğimiz coğrafi dönüşümler, belki de bu açıdan zorunlu gibi görünse de, en azından son beşyüz yılın batı merkezci yaklaşımları bu konunun dışında kalacaktır. Onun için de sistemin kıyamet senaryoları çok tartışılmaktadır. Türkiye, bu noktada terör örgütleri marifetiyle bir savaş alanına dönüştürülmüş gibi görülebilir. Bütün saldırılar, tarihin içinde şekillenen irfanla yoğrulan tesanütü çözmeye dönüktür. Lakin dediğimiz gibi, sistem sıkleti kaldıracak güçte değildir, Türkiye, toplumsal tesanütünü koruyabilirse –ki koruyacağına inancımız tamdır- bugünkü sistemin içinden sıyrılıp çıkan üç beş ülkeden biri olacaktır.